Durmaya iznimiz var mı?

Anlık Geçişler-Anlık Geçitler

Hiç anlatılmadı bana durabilmenin de bir erdem olduğu.

Koşmak vardı hep. Koşanlara yetişmek. Zamana yetişmek. Arayı kapatmak. Öne çıkmak.
Yapmak yapmak yapmak…
En iyi olmak için yapmak.
Ama asla yeterli olamamak…

Kurumsal hayatta zihnime kazınan bir söylemdi; fark yaratan marka olmak ve fark yaratan insan olmak. Ben de kendimi bir marka olarak konumlandırdım. İyi insan olmaya dair özelliğim çoktu ama iyi bir başarı hikayesi gerektiriyordu marka olmak. Kendimce farkı yaratan, farklı bakan olmak için çabaladım. Süslü takılar taktım: yetkinliklerle, ünvanlarla donandım. Sandım ki; fark insanüstü koşmaktan gelir. Ben de koştum: zaman içinde normalleşen başarıdan başarıya, nefesim kesilinceye kadar…

Kimi zaman yetişebilmek için ya da kimi zaman da yetişilemeyecek şekilde koşarken geriye dönüp bakmayı bilmedim hiç.
Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Geride bıraktığım bana ne oldu?
Hiç vaktim olmadı düşünmeye. Kendimi düşünecek vaktim yoktu, kayıp olurdu böylesi. Tanımlanmış bir gereklilik de yoktu süreçte.
Koşarken düştüm, düşürüldüm diye kızdım kendime, dünyaya.
Her düştüğümde ayağa kalkmak, daha dik durmak öğretildi bana. Canım yanmadı, acımadı diye bağırdım hep, kalbim çok acıyordu ki oysa…
Dimdik ayakta durdum. Gücü, ne olursa olsun ayakta kalabilmek yetisi diye bilirdim çünkü. Annemden babamdan öğrendiğim, bu topraklar için canını veren atalarımla ilgili duyduğum, her düştüklerinde daha da güçlenerek kalktıklarıydı. Hacıyatmaz gibiydi herkes. Düşmek bana yakışmazdı. Başka türlüsü olamazdı.

Kırktan sonra anladım, düşmenin bana verilen bir hediye olduğunu. Durup içeriye bakabilmem, unuttuğum şefkati kendime gösterebilmem için bana evrenden özel sunulan bir iyileşme alanı. Ve bıraktım, niye düştüm diye oflayıp puflamayı, düşüren birilerini etrafta aramayı.

Gücü yeniden tanımladım: Olduğum yerde, kaldığım yerde kendimi kabul etmek olarak. Esneyebilmenin gerçek güç olduğunu anladım.
Serap arkadaşım anlattı bana ağaçları: En güçlü ağaçların sonbaharda yapraklarını bırakıp çıplak kalışlarını, her rüzgar estiğinde sağa sola sallanışlarını, her mevsime esneyerek yenilenerek uyumlanmalarını. Gücün dimdik ayakta durmak olmadığını, akışta kendimden ve tüm varolandan yana esneyebilmek olduğunu kavradım.

Dünya ve zaman hızlandıkça arttı rekabet. Üstün çabalar yetmez, koşan nefesler tükenir oldu. Gösterimdeki yalan hayatların arasında, sessiz bir çığlık olup büyüdü korkular yüreklerde. İnsanın varoluştan gelen en derin korkularının hayaletleri, daha fazla insanı uykusuz bıraktı geceleri. İnsanlar kendi özlerinden kopuşu yaşadıkça, sevgi yıl sonu piyangosu gibi tanımlı bir ödüle dönüştü, yeterliliğini kanıtlayıp değerli olduğunu gösterene verildiği sanılan. Kimse hak görmedi sevgiyi kendinde. Sevgi koşulluydu. Unutuldu; herkesin hamurunun sevgi olduğu.

Neyse ki ben büyüdüm bu arada: 42 yaşında bir kız çocuğu oldum.
Çok düştüm. Çok yaralandım. Çok ağladım.
Ama çok şanslıydım: En derin yaralarımı sarmaya bilge hemşireler gönderildi bana.
Düştüğümde hemen kalkmamayı, düşmeyi beklemeden de durmayı öğrettiler.
Ve anladım ki:
Dışarıdan yaralar görünür olmazdan evvel, içerideki yaralar iyileşirse düşmeye gerek kalmazmış. Gerçek bilge kendini duyan, içerideki incinmeleri zamanında sevgiyle iyileştirenmiş. Durabilen kişinin yapmaya gereksinimi olmazmış. Çünkü o akışla çabasızca akabilenmiş. Bu yüzden durmak en bilgece eylemmiş.

Yapmak halinde iken bir şeyler alıkoyuyorsa beni işimden, kalbim orada değilse, kaçırıyorsa beni içerden ve dışardan gelenler, o zaman anlıyorum ki durmam gerek.
Bazen ego zihnim ortaya çıkıp “Hadi ama çok durdun!” diyerek gizli bir tehditle durma eylemimi sabote etmeye çalışıyor. Ama biliyorum ki o an benim durmaya, içimdeki incinmişliklerin iyileşmesi için zamana ihtiyacım var. Bu çağrıyı kendim duymazsam duyar hale getirileceğimi de öğrendim.

Ben de gönüllü olarak kendimi daha derinden dinlemeye ve duymaya niyet ettim. Şimdi de kendimi duyup durduğum zamandayım. Bu zamanı kendimde hak görecek kadar çok seviyorum kendimi.

Ve biliyor musunuz, durduğum zamanlar en verimli olduğum zamanlar. Kendimi iyileşmeye bıraktığım tüm durma zamanlarında, herşey çok daha kolay akıyor, çabasızca, olması gerektiği gibi. Nehir zaten akacağı yere doğru gidiyor. Boşa çırpınmalar son bulduğunda, yorulmadan akışta eğlenmek, mucizeleri görerek bu harika yolculuğun tadını çıkarmak çok daha keyifli.

Hepimizin içindeki bilgeyi dinlediği, durmak davetiyesini zamanında aldığı muhteşem yolculuklara…

Anlam Arayan Ben, St. Gallen

Leave a Reply